Karaman’da geçtiğimiz akşam yaşanan olay, bir kazadan çok daha fazlasını gösterdi bize. Bir kez daha gördük ki, mesele sadece bir kameranın kayıtta olup olmaması değil; mesele, kamu görevlisi üslubunun ve basın özgürlüğüne gösterilen saygının ne kadar içselleştirildiğidir.
Olay malum: Bir motosiklet kazası, görev başındaki gazeteci Mehmet Akif Orhan ve sağlık ekibinden bir görevlinin “kamerayı kapat” tartışması… Ancak mesele bununla bitmedi. Aynı ekip, aynı gazeteciye üçüncü kez benzer bir şekilde müdahalede bulundu. Bu tekrarlar zinciri artık bir tesadüf değil, bir yaklaşım sorunudur.
Gazeteci Mehmet Akif Orhan, yıllardır Karaman’da görevini saygı, etik ve hassasiyetle sürdüren bir isim. Ne sansasyon peşinde koşar, ne de bir acının üzerine reyting inşa eder. Hastaların, yaralıların mahremiyetine gösterdiği özen, onun mesleki çizgisinin de en açık göstergesidir.
Hal böyleyken, aynı kişiye defalarca yöneltilen sert ve buyurgan tavır, artık kişisel değil, kurumsal bir ciddiyetle ele alınması gereken bir konudur.
Gazetecilikte temel prensip bellidir:
İnsan onuruna zarar vermemek.
Ancak bir başka temel ilke daha vardır:
Halkın haber alma hakkını korumak.
Bu iki ilke birbiriyle çelişmez; aksine birbirini tamamlar. Gazeteci, olay yerinde sınırlarını bilir; sağlık çalışanı da basına karşı iletişimde sınırlarını bilmelidir. Ne var ki, son yaşanan olayda bu denge tamamen bozulmuştur.
Kamu görevlisi olmak, sadece üniforma taşımak değildir. Aynı zamanda soğukkanlılık, tarafsızlık ve iletişim becerisiyle hareket etmeyi gerektirir. Basın mensubuna “kamerayı kapat” diye emir vermek, bir meslektaşı değil, adeta bir “tehdit unsuru”nu hedef alır gibi davranmak, kamu hizmeti anlayışıyla bağdaşmaz.
Bir emekli Anadolu Ajansı muhabiri olaya dair,
“Üç saniyelik genel bir görüntü yeter, insan onuru her şeyin üstündedir.”
demiş.
Elbette insan onuru her şeyin üstündedir; bunda kimsenin şüphesi yok. Ancak “üç saniyelik görüntü” ile haber olmaz. Basın, yaşananı belgelemek, kamuoyunu doğru bilgilendirmek zorundadır. Gazetecinin görevi, yaşananı süslemek değil, görmek ve göstermektir.
Burada bir noktayı özellikle ayırmak gerekir:
Anadolu Ajansı bir devlet kurumudur, çalışanları kamu görevlisi statüsündedir. Dolayısıyla olaylara “devlet memuru mantığıyla” yaklaşmaları doğaldır. Ancak biz bağımsız gazeteciler, devletin değil, halkın haber alma hakkının temsilcileriyiz. Bizim görevimiz, kurumsal çizgiye değil, gerçeğe sadık kalmaktır.
Gazeteci devlet memuru değildir; ama kamusal sorumluluğu, çoğu zaman bir memurun taşıdığından çok daha büyüktür.
Sağlık çalışanlarının işi ne kadar kutsalsa, gazetecinin görevi de o kadar değerlidir.
Biri hayat kurtarır, diğeri gerçeği yaşatır.
Ve bu iki görevin ortak paydası, saygıdır.
Mehmet Akif Orhan’a yöneltilen bu tekrar eden müdahaleler, sadece bir gazeteciye değil, basın özgürlüğüne ve toplumun bilgi alma hakkına yönelmiş bir tehdittir.
Bir şehirde basın mensupları engelleniyorsa, orada demokrasinin sesi de kısılmaya başlamış demektir.
Soruyorum:
Gazeteci kamerasını kullanınca suç mu işlemiş oluyor?
Yoksa bazıları, o kameranın göstereceği gerçeği görmekten mi rahatsız?
Unutmayalım;
Bir ülkenin özgürlüğü, sadece kalemlerin cesaretiyle değil, görevini yapanlara gösterilen saygıyla da ölçülür.
Karaman’da yaşanan bu olay, “kamerayı kapat” diyen bir sesle değil, gerçeğe gözünü kapatmayanların iradesiyle hatırlanacaktır






Gerçeği Göstermek Değil, İnsanı Korumaktır Mesele Karaman’da yaşanan olay, sadece bir “kamerayı kapat” tartışması değildir. Bu olay, yıllardır omuzlarında hem hayat kurtarma hem de vicdan taşıma yüküyle görev yapan sağlık çalışanlarının neyle karşı karşıya kaldığını bir kez daha göstermiştir. Olay yerinde bir gazeteci, bir sağlık ekibi, yerde canı yanan bir insan vardı. Gazeteci için bu bir haberdi; bizim içinse bir hayatın sınavıydı. Aradaki fark tam da burada başlıyor. Evet, basın özgürlüğü kutsaldır. Ama insan onuru da öyle. Birinin sınırı, diğerinin başladığı yerdir. Olay yerinde görev yapan sağlık personelinin “kamerayı kapatın” uyarısı, bir sansür değil; bir koruma refleksidir. Yaralının kanlı görüntüsünün, acı içinde kıvranan bir insanın yüzünün, belki de bir çocuğun gözyaşının “haber malzemesi” olmaması içindir o söz. Çünkü biz biliyoruz ki, her hasta bir istatistik değil, bir insandır. Ve onun mahremiyeti, bizim görev tanımımızın en başında yazar. Kamu görevlisi olmak sadece üniforma taşımak değildir denmiş. Doğrudur. Ama o üniforma, sorumluluğun ağırlığını da taşır. O anda kameraya değil, kalp masajına odaklanmak gerekir. Basına “kamerayı kapatın” diyen el, tehdit eden bir el değil; bir insanın onurunu örtmeye çalışan eldir. Gazeteciler elbette görevini yapacak, toplumun haber alma hakkını koruyacaktır. Ama aynı toplumun, hastasının, yaralısının, çocuğunun görülmeme hakkı da vardır. Biz o hakkı koruyoruz. Mehmet Akif Orhan gibi mesleğini saygıyla yapan gazeteciler bu hassasiyeti bilir. Ama olay yerinde yaşanan gerilim, çoğu zaman iki iyi niyetli mesleğin iletişim kazasından ibarettir. Bu kazayı büyütüp “basın özgürlüğüne saldırı” başlığıyla sunmak, hem gerçeğe hem emeğe haksızlıktır. Gazetecinin görevi gerçeği göstermekse, sağlıkçının görevi o gerçeğin acısını azaltmaktır. İkisi de halk için çalışır, ama farklı cephelerde. Biri kalemle, diğeri stetoskopla. Bir şehirde özgür basın olmalıdır, evet. Ama o şehirde sağlık çalışanları da mesleğini korkmadan yapabilmelidir. Kameralar karşısında değil, hayatlar arasında görev yapıyoruz biz. Ve bazen, bir kameranın kapanması, bir kalbin yeniden atması içindir. Unutmayalım: Basın özgürlüğü ile insan onuru arasında taraf seçmek zorunda değiliz. Yeter ki birbirimizin görevine saygı duyalım.